top of page

Sıfır

  • yavuzsiskolu
  • Aug 22, 2024
  • 3 min read

Mesaj verme kaygısı olmaksızın yazmak istediğinizde kaleminizden çıkan yazı nasılsa, bir anlamda sizi tanımlayan alanın ilk noktaları da o yazıda atılır.


Zihnimi meşgul eden meselelerden uzaklaşmak istediğimde kendimi sıklıkla bir şeylere başladığım yerlerde buluyorum. Çocukken yaşadığım evlerin konumlarını, eskiden çalıştığım yazıhaneleri ziyaret etmek bana sıradan zaferlerimi hatırlatıyor. Anısı bende derin bir hayal kırıklığı uyandıran bir fotoğrafı çektiğim banka oturmaksa sıradan günahlarımın bir mağlubiyet olmadığını bana hatırlatıyor.


İki kişi arasındaki en uzak mesafe kilometrelerle değil, zamanla ölçülebilir. Mekanlarsa yalnızca yaşananlara bir düzlem oluşturur. Ben de geçmişte bulunduğum konumları hatırlayarak bir anlamda geçmişe olan borcumu ödüyorum.


İnsan yalnızca geçmişi değiştirebilir. Geleceği ise kontrol edemez. Şu ölümlü dünyanın bizlere hazırladığı en güzel ironi de bence budur. Aynı sözcüklerle farklı cümleler kurmaya çalıştıkça aslında neyi anlatmaya çalıştığınıza dair fikriniz kalmaz. Zihin gücünüzü kısıtlayan, kapatamadığınız eski defterlerinizi karıştırırken aklınıza bir bir gelen anekdotlar bunun bir göstergesidir:


Siz bir açıklama mı arıyorsunuz, yoksa sıfır noktasına dönmek mi istiyorsunuz?


Eylemlerimizde haklı dahi olsak yargılanmaktan imtina ederiz. Bu yüzden sevdiklerimizle girdiğimiz çatışma noktalarında herkes gibi yaşadığımızı, herkes kadar yaşadığımızı vurgulamak ihtiyacı güderiz. Kelimelerimiz tükendikçe sığındığımız herkesleşmek limanı bir anlamda bizi kaosun fırtınasından korur. Bu yüzden de anılar üretmek için kendimize yeni mekanlar ararız.


Oysa çözüm hep geçmişteki bir noktadadır.


Çocukluğumu geçirdiğim yerlere gittiğimde, bu mekanların aslında hatrımdakinden ne kadar ufak olduğuna her seferinde şaşırırım. Belki de insan kendisini "Buda" sanarken bir başkası tarafından gösteri peygamberi olarak taşlanması da bundandır. Geçmiş ve gerçek, kırık bir perspektiften ibarettir.


Ekonomik hayatta yaşananın özel hayatta da karşılığı olduğuna inanan birisiyim. Türkiye şu günlerde sadece fiyatını kendi belirleyebilenlerin güvende hissettiği bir dönemden geçiyor ve işin ilginci dünya da bu gündemden pek uzakta değil. Bu sebeple de geçmiş döneme dair fiyat algımız kırık, geleceğe dair ne beklememiz gerektiğini bilmiyoruz.


Yetişkin hayatında sürekli ihtiyaç duyacağınız tek bir meziyeti seçmeniz gerekseydi bu sadece yargı yetisi olabilirdi. Yaşınız ilerledikçe kimin kimden daha nitelikli olduğuna, hangi deneyimin diğerinden daha önemli olduğuna karar vermeniz gerekir. Hepsinden önemlisi kendinizi herkesin içinden ayrıştıracak o detayı bulmak istersiniz. Bir anlamda hikayemizi kendimize satabilmemiz gerekir.


Nesnelere ilgi duymaktansa nesnelerle etkileşime geçen insanları gözlemlemeye ve onların etkileşime geçiş tarzlarına dair fikirleri olan birisiyim. Bu yüzden markaların kendisi değil, onlara ilgi duyan insanların seçimleri ilgimi çeker.


Bir insanın seçimlerinde detaya indiği yerler veya onlara yüzeysel baktığı kısımlar kendi potansiyeli hakkında çok şey anlatır. Bu yüzden de insan ilişkilerinde, bu iş hayatı da olsa, özel yaşam da olsa, belki en az önemli iki hadisenin fedakarlık ve zaman ayırmak olduğunu düşünüyorum. Beklentilerin açıkça konuşulmadığı bir ilişkide yapılan seçimlerin çok da önemli olmadığı kanaatine sahibim.


Modern insanın hayatında herhangi bir rastgelelik yoktur. Tanıştığı insanlardan seviştiği kimselere, yaşadığı arkadaşlıklardan çalıştığı şirketlere, edindiği deneyimlerden anlattığı hikayelere her şey planlanmış şekilde ilerler. Tornadan çıkmış yaşamlarımızı seçim yapabileceğimiz alanları seçerek özelleştirdiğimizi düşünürüz, oysa bize özgün olanın peşinden gitmediğimiz her bir gün, kendimizi karşımıza alıp gerçekleştirmediğimiz tek bir günün devamıdır.


Herkes gibi, herkes kadar yaşanmış bir ömrün kendi değerini belirlemek imkanı olmaksızın yaşanmış bir seçimler kümesi olduğunu düşünüyorum bu sebeple. İyinin ve kötünün ötesinde, yalnızca Yunus Emre'nin dediği "benden içeri ben'i" bulmaksızın yaşanmış bir yaşam.


Sıcak bir perşembe gününün öğlen ezanı okunurken tamamlanan bir yazının hayata dair geniş çıkarımlar yapmak veya insan yaşamını yargılamak gibi bir maksadı yoktur; fakat Camus'nün 1940 yazında Paris'te bir otel odasında yalnızlık içindeyken doğup büyüdüğü Fransız Cezayir'inin sıcağıyla betimlediği Yabancı kitabının ana karakteri Meursault'un da içinde bulunduğu hiçbir duruma karşı yargısı yoktur. Annesi öldüğünde de, bir kadınla sevgililik ettiğinde de, sahilde cinayet işlediğinde de, idam sehpasına götürülürken de Meursault sadece yaşar.


Meursault bir anlamda Budizm'in dört bin yıldır uygulatmaya çalıştığı; fakat kimsenin başarmaya mazhar olmadığı "anda kalmak" hadisesinin kanlı canlı uygulayanıdır. Anda kalan bizlerin dünyası da, tıpkı Merusault'un dünyasında olduğu gibi sürekli çevresinden gelen etkenlere maruz kalmak şeklinde çerçevelenir.


Gelgelelim Meursault bile idamından önceki gün hücresine gelen papazla tartışmaya girdiğinde duygularını göstermeye başlar. Bir konu hakkında gerçek isteklerimiz konusunda net değilsek bile bir paranın yazı turaya atıldığı anda fikrimiz netleşir, söz konusu yaşamak veya yaşamamak hakkında hiçbir arzusu olmayan Meursault için bile öyledir.


Anda kalmak üretilmiş bir ifadedir, tıpkı bir şeyi deneyimlemek gibi. Söz konusu anın kendisi değil, karşınızda kimin olduğunudur, deneyimlenen şeyin kendisi değil, o şeyi kiminle deneyimlediğinizdir. Bu yüzden bizimki gibi hayatta kalma modunda yaşanan ülkelerde işaret edilen yerdense işaret eden parmağın sahibi önemlidir.


İnsanların eylemlerini yargılamaksızın onları dinleyebildiğimi fark ettiğim bugün, sıfır noktamla başbaşa olduğumu işte böyle sıcak ve basık bir günde hissettim.









 
 
 

Comments


bottom of page